Her Anın Güzelliğini Yaşayanlar İçin | Evli çift I | |
Yeni | ||
Yeni | ||
Yeni | ||
Her anın güzelliğini yaşayanlar için
Farz edin ki her sabah hesabınıza 86400 Amerikan Doları kredi veren bir bankanız var, ama bir günden diğerine hiç bakiye devretmiyor. Tutarı ne olursa olsun, kullanmadığınız bakiye miktarı her akşam iptal ediliyor. Böyle bir durumda ne yapardınız? Tabii ki son kuruşuna kadr çekerdiniz!!!! Aslında, hepimizin böyle bir bankası var. Adı Her sabah ise, iyi şeylere yatırım yapmadığınız kısmını silip, hesabınıza zarar kaydediyor. Hiç devretmiyor. Kredi miktarından bir kuruş fazla kullandırmıyor. Hergün size yeni bir hesap açıyor. Her akşam günün bakiyesini yakıyor. Eğer günlük depozitolarınızı kullanmadıysanız, bu zarar sizindir. Geriye dönüş yok. Yarından avans çekmek yok. Bugünü, bugünkü depozitonuzla yaşamalısınız. Ona yatırım yapın ki, size sağlık, mutluluk ve başarı olarak geri dönsün. Zaman akıp gidiyor gününüzü gün etmeye bakın! 'nin değerini anlayabilmek için sınıfta kalan bir öğrenciye sorun. 'ın değerini anlayabilmek için, premature bir bebeği dünyaya getiren anneye sorun. 'nın değerini anlayabilmek için, haftalık derginin editörüne sorun. 'nın değerini anlayabilmek için, treni henüz kaçırmış bir kişiye sorun. 'nin değerini anlayabilmek için, bir kazayı kıl payı atlatmış bir kişiye sorun. 'nin değerini anlayabilmek için, olimpiyatlarda gümüş madalya kazanan kişiye sorun. Sahip olduğunuz her anı değerlendirin. Daha fazla değer verin, çünkü onu çok özel biriyle, zamanını harcamaya değecek kadar özel biriyle paylaştınız. Şunu untmayın ki zaman hiç kiseyi beklemez. Dün artık mazi oldu. Yarın ise muamma. Bugün ise avuçlarımızın içinde bize sunulmuş bir armağandır.
Dostlar nadide mücevherlerdir, şüphesiz. Sizi güldürür, başarı için cesaretlendirirler. Size kulak verir, sizinle övgü sözlerini paylaşır ve her zaman kalplerini size açmaya hazırdırlar. Uyuyamadığın, gecenin karanlığında çıldıracak gibi olduğun durumlarda seninle saatlerce oturabilir, 2 saat uykuyla yeni güne başlayabilir ve yine sana gülümseyebilir? Her ne olursa olsun Sabah güler yüzle uyan canım diyebilir ve sabah bütün kabrislerini tatlılıkla karşılayabilir...Gecenin bir yarısı şımarıklıklarını çekip belki bir dondurma belki bir çikolata için bile açık bir yer arayabilir. Parasızlığında bile hüzünlüysen yüzündeki hüznü birazda olsa silerek ufak bir tebessümü suratında görebilmek uğruna mutluysan seni şımartmak uğruna boşver biz herzamanki gibi hallederiz diyerek kapatamıyacağı borçlara girebilir. Seninle gecenin bir yarısında komşularla kavga etmek uğruna müziği son ses açarak dans edebilir, Hiç sevmediğini bildiği halde Ufak bir öpücük için bile sana her türlü çocukluğu yapabilir. Sen haftasonları uyurken mışıl mışıl sana kalkıp kahvaltı hazırlayabilir. Sen hastayken senden daha berbat bir durumda saatlerce başında nöbet tutup gülümsemen için uğraşabilir... Hep çocuk kalmak istercesine evi seninle birlikte oyuncakçıya çevirebilir, senin için önemli konularda umutsuzlğa düştüğünü farkettiğinde umudu kendi yaratmak için uğraşabilir, seninle her an birlikte olmasına rağmen sanki yıllar sonra ilk defa karşılaşmışcasına neşeyle, özlemle konuşabilir, bütün gizemlerini, üzüntülerini seninle paylaşabilir ve her acı olaydan senle birlikte gülecek bir yan çıkartabilir, onunla en kötü anında pes ettiğini hissettiğin anda bile gülecek ufak bir şey bulabilirsin, hatta günün çoğunu delirmişcesine saçma sapan şeylere kahkaha atarak geçirebilirsin, hayatta hazmedemiyeceği en önemki şeylerden biri kendisine değil sana bir şey söylenmesi olabilir. Seninle dostluk için hayatındaki bütün fırsatları hiçe bile sayabilir. Seninle biraz daha fazla zaman geçirebilmek, aynı evi aynı zamanı ve aynı yaşamı paylaşmak uğruna...Dostlarınıza ne kadar değer verdiğinizi gösterin… DOSTLAR HAYATIN ANLAMIDIR FAKAT EN ÇOK KIRILAN DA O ANLAMLARDIR. AŞK KİM DEMİŞ SADECE BİR SEVGİLİYE OlABİLİR DOSTLUK EN BÜYÜK AŞKLARDAN BİRİDİR.. BİR GÜN ARKANIZA BAKTIĞINIZDA GEÇ KALDIK DİYEBİLECEĞİMİZ BİR ŞEY OLMASIN DOSTLUK ve ARKADAŞLIK NAMINA.... Masumi Toyotome diye bir Japon yazmış. Dünyada sevilmek istemeyen kişi yok gibidir diye başlıyor. Ama sevgi nedir, nerede bulunur, biliyor muyuz diye soruyor. Sonra anlatmaya başlıyor: Sevgi üç türlüdür. Birincinin adı "Eğer" türü sevgi. Belli beklentileri karşılarsak bize verilecek sevgiye bu adı takmış yazar. Örnekler veriyor: eğer iyi olursan baban, annen seni sever. Eğer başarılı ve önemli kişi olursan, seni severim. Eğer eş olarak benim beklentilerimi karşılarsan seni severim. Toyotome en çok rastlanan sevgi türü budur diyor. Bir şarta bağlı sevgi. Karşılık bekleyen sevgi. Sevenini, istediği bir şeyin sağlanması karşılığı olarak vaat edilen bir sevgi türüdür bu diyor yazar. Nedeni ve şekli bakımından bencildir. Amacı sevgi karşılığı bir şey kazanmaktır. Yazara göre evliliklerin pek çoğu "Eğer" türü sevgi üzerine kurulduğu için çabuk yıkılıyor. Gençler birbirlerinin o anki gerçek hallerine değil, hayallerindeki abartılmış romantik görüntüsüne aşık oluyor ve beklentilere giriyorlar. Beklentiler gerçekleşmediğinde, düş kırıklıkları başlıyor. Sevgi nefrete dönüşüyor. En saf olması gereken anne baba sevgisinde bile "Eğer" türüne rastlanıyor. Yazar bir örnek veriyor. Bir genç Tokyo Üniversitesi giriş sınavlarını kazanarak babasını mutlu etmek için çok çalışıyor. Okul dışında hazırlama kurslarına da gidiyor. Ama başarılı olamıyor. Babasının yüzüne bakacak hali yok. Üzüntüsünü hafifletmek için bir haftalığına Hakone kaplıcalarına gidiyor. Eve döndüğünde babası öfkeyle sınavları kazanamadın. Bir de utanmadan Hakone'ye gittin? diye bağırıyor. Delikanlı "Ama baba vaktiyle sende bir ara kendini iyi hissetmediğinde Hakone kaplıcalarına gittiğini anlatmıştın diyor. Baba daha çok kızarak delikanlıyı tokatlıyor. Çocuk da intihar ediyor. Gazeteler intiharın anlık bir sinir krizi sonucu olduğunu söylediler, yanılıyorlardı diyor yazar. Delikanlı babasının kendisine olan sevgisinin yüksek düzeydeki beklentilerine bağlı olduğunu anlamıştı. İnsanlar "Eğer" türü sevginin üstünde bir sevgi arayışı içindeler aslında. Bu sevginin varlığını ve nerede aranması gerektiğini bilmek bu genç adamın yaptığı gibi yaşamı sürdürmekle ondan vazgeçmek arasında bir tercih yapmakla karşı karşıya kaldığımızda önemli rol oynayabilir diyor Masumi Toyotome. İlginç değil mi. İkinci türe geçiyoruz. "Çünkü" türü sevgi. Toyotome bu tür sevgiyi şöyle tarif ediyor: Bu tür sevgide kişi bir şey olduğu, bir şeye sahip olduğu ya da bir şey yaptığı için sevilir. Başka birinin onu sevmesi, sahip olduğu bir niteliğe ya da koşula bağlıdır. Örnek mi? Seni seviyorum. Çünkü çok güzelsin (Yakışıklısın). Seni seviyorum. Çünkü o kadar popüler, o kadar zengin, o kadar ünlüsün ki. Seni seviyorum. Çünkü bana o kadar güven veriyorsun ki. Seni seviyorum. Çünkü beni üstü açık arabanla, o kadar romantik yerlere götürüyorsun ki. Yazar, Çünkü türü sevginin Eğer türü sevgiye tercih edileceğini anlatıyor. Eğer türü sevgi bir beklenti koşuluna bağlı olduğundan büyük ve ağır bir yük haline gelebilir. Oysa zaten sahip olduğumuz bir nitelik yüzünden sevilmemiz hoş bir şeydir egomuzu okşar. Bu tür olduğumuz gibi sevilmektir. İnsanlar oldukları gibi sevilmeyi tercih ederler. Bu tür sevgi onlara yük getirmediği için rahatlatıcıdır. Ama derin düşünürseniz, bu türün Eğer türünden temelde pek farklı olmadığını görürsünüz. Kaldı ki bu tür sevgi de, yükler getirir insana. İnsanlar hep daha çok insan tarafından sevilmek isterler. Hayranlarına yenilerini eklemek için çabalarlar. Sevilecek niteliklere onlardan biraz daha fazla sahip biri ortaya çıktığı zaman, sevenlerinin, artık ötekini sevmeye başlayacağından korkarlar. Böylece yaşama sonsuz sevgi kazanma gayretkeşliği ve rekabet girer. Ailenin en küçük kızı yeni doğan bebeğe içerler. Sınıfının en güzel kızı, yeni gelen kıza içerler. Üstü açık BMW'si ile hava atan delikanlı, Ferrari ile gelene içerler. Evli kadın kocasının genç ve güzel sekreterine içerler. O zaman bu tür sevgide güven duygusu bulunabilir mi diye soruyor Toyotome. Çünkü türü sevgi de, gerçek ve sağlam sevgi olamaz diyor. Bu tür sevginin güven duygusu vermeyişinin iki ayrı nedeni daha var. Birincisi acaba bizi seven kişinin düşündüğü kişi miyiz korkusu. Tüm insanların iki yani vardır. Biri dışa gösterdikleri öteki yalnızca kendilerinin bildiği. İnsanlar sandıkları kişi olmadığımızı anlar ve bizi terk ederlerse korkusu buradan doğar. İkincisi de ya günün birinde değişirsem ve insanlar beni sevmez olurlarsa endişesidir. Japonya'da bir temizleyicide çalışan dünya güzeli kızın yüzü patlayan kazanla parçalanmış. Yüzü fena halde çirkinleşince, nişanlısı nişana bozup onu terk etmiş. Daha acısı ayni kentte oturan anne ve babası, hastaneye ziyarete bile gelmemişler, artık çirkin olan kızlarını. Sahip olduğu sevgi, sahip olduğu güzellik temeli üstüne bina edilmiş olduğundan bir günde olmuş. Güzellik kalmayınca sevgi de kalmamış. Kız birkaç ay sonra kahrından ölmüş... Japon yazar toplumlardaki sevgilerin çoğu "Çünkü" türündendir ve bu tür sevgi, kalıcılığı konusunda insanı hep kuşkuya düşürür diyor. Peki o zaman, gerçek sevgi, güvenilecek sevgi ne? Ve işte sevgilerin en gerçeği. Üçüncü tür sevgi benim "Rağmen" diye adlandırdığım türdür diyor yazar. Bir koşula bağlı olmadığı için ve karşılığında bir şey beklenmediği için? Eğer türü sevgiden farklı bu. Sevilen kişinin çekici bir niteliğine dayanıp böyle bir şeyin varlığını esas olarak almadığı için Çünkü türü sevgi de değil. Bu üçüncü tür sevgide, insan Bir şey olduğu için değil, Bir şey olmasına rağmen sevilir. Güzelliğe bakar misiniz. Rağmen sevgi. Esmeralda, Quasimodo'yu dünyanın en çirkin, en korkunç kamburu olmasına Rağmen sever. Asil, yakışıklı, zengin delikanlı da Esmeralda'ya çingene olmasına rağmen tapar. Kişi dünyanın en çirkin, en zavallı, en sefil insani olabilir. Bunlara rağmen sevilebilir. Tabii bu sevgiyle karşılanması şartı ile. Burada insanin, iyi, çekici ya da zengin konum edinerek sevgiyi kazanması gerekmiyor. Kusurlarına, cahilliğine, kötü huylarına ya da kötü geçmişine rağmen olduğu gibi, o haliyle sevilebiliyor. Bütünüyle çok değersiz biri gibi görünebiliyor ama en değerli gibi sevilebiliyor. Japon yazar yüreklerin en çok susadığı sevgi budur diyor. Farkında olsanız da, olmasanız da, bu tür sevgi sizin için yiyecek, içecek, giysi, ev, aile, zenginlik, başarı ya da ünden daha önemlidir. Bunun böyle olduğundan nasıl emin olursunuz? Hakli olduğunu kanıtlamak için sizi bir teste davet ediyor. Şu soruma cevap verin diyor. Kalbinizin derinliklerinde, dünyada kimsenin size aldırmadığını ve hiç kimsenin sizi sevmediğini düşünseydiniz, yiyecek, elbise, ev, aile, zenginlik, başarı ve üne olan ilginizi yitirmez miydiniz? Kendi kendinize yaşamamın ne yararı var diye sormaz miydiniz? Devam ediyor Toyotome: Şu anda en sevdiğiniz kişinin sizi sadece kendi çıkarı için sevdiğini anladığınızı bir düşünün. Dünya birden bire başınızın üstüne çökmez miydi. O an yaşam size anlamsız gelmez miydi? Diyelim sıradan bir yaşamınız var. Günlük yaşıyorsunuz. Günün birinde gerçek, derin ve doyurucu bir sevgi bulacağınızdan umudunuz olmasa, kalan hayatinizi nasıl yaşardınız? diye soruyor ve yanıtlıyor: Öyleleri ya iyice umutsuzluğa kapılıp intihar ediyorlar ya da iyice dağıtıp yaşayan ölü haline geliyorlar. Toyotome, hem de nasıl iddialı savunuyor Rağmen sevgiyi. Bugün yaşamınızı sürdürebilmenizin nedeni Rağmen türü sevgiyi şu anda yaşamanız ya da bir gün bu sevgiyi bulacağınıza inancınızdır. Son sözlerinde biraz umutsuz, Toyotome. Bugün yaşadığımız toplumda herkesi doyuracak bu sevgiyi bulmak zor. Çünkü herkesin sevgiye ihtiyacı var. Kimsede başkasına verecek fazlası yok? diye açıklıyor. Anlatıyor: Yakınımızda olan birinin bu sevgiyi bize vermesini bekleriz. Ama o da ayni şeyi başkasından beklemektedir. Peki bu dünyada sevgi ne kadar var. Yazara göre, açlığımızı biraz bastıracak kadar. Ve de yemek öncesi tadımlık gelen iştah açıcılar gibi. Bu minnacık tadım, bizi daha müthiş bir sevgi açlığına tahrik ve teşvik ediyor. Bu minnacık tadım sevgiye ne kadar muhtaç olduğumuzu anlatıyor. Büyük bir hırsla ana yemeğin gelmesini ve bizi doyurmasını bekliyoruz. Hani nerede? Hepsi o. Ve asıl çarpıcı cümle en sonda. DÜNYADAKİ EN BÜYÜK KITLIK, RAĞMEN TÜRÜ SEVGİNİN YETERİNCE OLMAYIŞIDIR. IYI DÜŞÜNÜN.......... Bu yılınızı iyi geçirdiniz mi? Sağlıklı olduğunuz için hiç sevindiniz mi? Bu yıl hiç gün ışığı ile uyandınız mı? Kaç kez güneşin doğuşunu izlediniz? Bir neden yokken kaç kişiye hediye aldınız? Kaç sabah yolda bir kediyi okşadınız? Bu yıl yeni doğmuş bir bebek parmağınızı sıkıca tuttu mu hiç? Ve siz onu hiç kokladınız mı? Yaz gecelerinde ne çok yıldız olduğuna hiç şaşırdınız mı? Kendinize bu yıl kaç oyuncak aldınız? Kaç kez gözlerinizden yaş gelinceye kadar güldünüz? Yaşlı bir ağaca sarıldınız mı bu yıl? Çimlere uzandığınız oldu mu? Çocukluğunuzdan kalan bir şarkıyı söylediniz mi hiç? Hiç taş kaydırdınız mı bu yıl? Kaç kez kuşlara yem attınız? Bir çiçeği dalındayken kokladınız mı? Bu yıl kaç kez gökkuşağı gördünüz? Ya da hediye alan bir çocuğun gözlerindeki ışığı? Kaç kez mektup aldınız bu yıl? Eski bir dostunuzu aradınız mı hiç? Kimseyle barıştınız mı bu yıl? Aslında mutlu olduğunuzu kaç kez fark ettiniz bu yıl? İyi bir yılın, bunlar gibi birçok "küçük şey"e bağlı olduğunu hiç düşündünüz mü bu yıl? Yeni yılda düşünün. Yayılın çimenlerin üzerine Acele edin.... Er veya geç... Çimenler yayılacak üzerinize... Jaques Prevert Söz vermiştim sana, eger bir gün mücadelemizi kaybedecek olursak ve sen ölürsen, Leman'a yazacak, Aralik 96'da Leman'a yazdigin mektubu okuyan herkese öldügünü haber verecek, bizi, sevgimizi anlatacaktim. Iste sözümü tutuyorum birtanem. Ama o sevgiyi, acimizi, mutlulugumuzu, yalnizligimizi, korkularimizi, umutlarimizi, senin en kötü zamanlarinda bile kaybetmedigin yasama sevincini, odanda oturup Allah'a seni iyilestirmesi, bizi ayirmamasi için dua ettigimiz zamanlari, birbirimize sarildigimiz, bir sarkiya dalip gittiiimiz anlari, birlikte söyledigimiz sarkilari, doldurdugumuz kaseti, Hacettepe Onkolojiyi, neredeyse tüm odalarinda kaldigin dahiliyeyi, kemoterapileri, radyoterapileri, ilaçlari, igneleri, acil servise kaldirilip ölümden dönüslerini, tüm hastalarin uyudugu, ortalligi ölüm sessizliginin kapladigi saatlerde gizlice yatagindan kalktigin, dansettigimiz hastane koridorlarini, lanet hastane gecelerini… Ankara'yi, çok sevdigimiz ve gecelerini, gündüzlerini, sinemalarini, tiyatrolarini, kaldirimlarini, parklarini, otobüs duraklarini, barlarini, kahvelerini, kitapçilarini en çokta hastanelerini yasadigimiz, paylastigimiz bu koca sehri… Universiteyi, kantini, yurtta geçen günleri, vizelere çalistigimiz zamanlari, finalleri, sinifta kaldigimizi, yine de vazgeçmeyip gülümseyisimizi, yaraticiligimiz ve emegimizle dösedigimiz her yeri seninle, benimle, dostlarla geçirilen o saatlerin güzelligiyle, sayisiz ayrinti ve aniyla dolu o evi, Burhan'in hazirladigi kahvalti ve yemekleri, bulasik sirasi kavgalarimizi, annenin bizi ziyarete geldigi ve üçümüzün birlikte Mevlana'ya gittigimiz günü, Alpin'de yedigimiz yemekleri, kpondaki gitar dinletilerini, dostlarini, Dalton çetemizin diger iki elemani Nagihan ve Esra'yi, sana sonuna dek destek olan Barbaros'u, kanimca bizimle ayni sinifta olmak için can attiikklarindan sinifta kalan Bilge, Hakan ve Fatih'i, manevi kizkardesin oldugu için hiç durmadan azarladigin, dalga geçtigin Tuba'yi, çok sevdigin ve önemsedigin ama bunu hiç bir zaman kendisine çaktirmadigin Pinar'i, Bulvar kahvenin en büyük demirbasi Oguz'u, biraz deli diye düsündügün ama çok sevdigin Ünal'i, gazeteci Cem'i, hep birgün "ben saz çalsam onlar da fakültenin bahçesinde oynasalar" diye hayal ettigin teskilat üyelerini, Mugla'daki çeteyi, kardeslerimiz Riza ve Gül'ü, Zafer'de hep tartistigimiz ve muhabbet ettigimiz amcamizi, garson Remzi abiyi, mektuplariyla bir parçamiz haline gelen Filiz'i ve digerlerini… Ve seni . O güzel dostlugunu, asiligini, bu kahpe dünyaya inat umudu hiç söndürmeyen gözlerini, bazen gözyaslarimi silen, bazen saçlarimda dolasan, bazen dudaklarima bir tebbessüm kondurmaya çalisan ve her ne olursa gelip ellerimle birlestirdigin, birakmayi hiç istemedigim ellerini, ilk kez dogum gününde bir hastane odasinda buseler kondurdugum dudaklarini ve o dudaklardan dökülen sarkilari, sözleri, siirleri, benimle, kendinle, herkesle, herseyle alay eden, gülen, sakalar yapan, fikralar anlatan, bagira çagira sarkilar söyleyen ve herkesin bildigi bu aldirmayan görüntüsünün, kisiliginin ardina gizledigin o her an aglamaya hazir, aci ve izdiraplar içindeki küçük çocugu… Ve o kisacik ömrüne sigdiramadigin hayallerini, umutlarini, sevgilerini ard arda siraladigim sözcükler karsilayacak mi bilmiyorum… Ve yaklasik iki yil boyunca belki de hayatimda bir daha asla bulamayacagim bir aski, dostlugu, kardesligi, sevgiyi paylastim seninle. Dünyada böyle bir sevgiyi o koca ömürlerinde bir kez olsun yasamadan ölen insanlar var. Ne mutlu bize ki onlardan degiliz. Üç gündür Nagihan ve Esra'yla kaliyorum. Hep seninle geçen günlerden bahsediyoruz. Kameraya çektigimiz görüntüleri izliyor, birlikte doldurdugumuz kaseti dinliyoruz. Agliyoruz yokluguna, bir fire veren daltonlar çetemize, geleck yil hep birlikte yapmayi planladigimiz tatile, bir daha tutamayacagimiz ellerine ve bundan sonra devam edecek ama sensiz olacak yasamimiza. Ve gülüyoruz yasanan günlerin güzelligine, okey partilerine, Uludag'daki yemege, dostlugumuza, aramizdan ayrilsanda hiçbir zaman tükenmeyecek sevgi ve bagliligimiza. Hatirliyor musun, iki yildir Hacettepe hastanesinde kutlamak zorunda kaldigimiz dogumgünlerini, serumlar, ilaçlar, igneler ve çektigin acilarda bile elele, iyilesmeni ve tüm o zorluklarin ardindan güzel günlerin dogmasini dileyerek söndürdügümüz mumlari… Hatirliyor musun, o saatlerce telefonda konusmalarimizi, Türk Telekom'a kazandirdigimiz onca parayi, hatirliyor musun New Kids on the Block sarkilari söyleyerek seni çildirttigim anlari?… Hatirliyor musun bazen hiçbir tedavi ve ilacin durduramadigi agrilarin karsisindaki çaresizlizimizi, yapacak birsey olmadigi için birbirimize sarilip sessiz sessiz agladigimiz günleri. Hatirliyor musun Hacettepe acil servise son kaldirildigini. Doktorlar annenlere artik yapacak birsey kalmadi demislerdi. Agliyordum. Ne demek yapacak birsey kalmadi. Hayir, sen iyilesecektin. O aptal doktorlar becerememislerdi ama bizim gücümüz, sevgimiz herseye yeterdi. Biran önce kendini toplamaliydin. , bu yil yine elele ve nihayet ikinci sinifta olacaktik. Gözyaslarimi silip tüm bunlardan habersiz yattigin odaya gelmistim ve kulagina egilip o çok sevdigin siiri okumustum: "Binlerce nedenim var yasamaya Yenmek için hergünkü ölümü Seni sevmenin mutlulugu için Yürümek için umudun ayak izinde" Sense gözlerimdeki telasi farketmis olacaktin ki, elimi tutup "Ölmeyecegim, senin için, ailem için yasayacagim. Söz veriyorum sana ölmeyecegim" demistin… O bana verdigi sözü tutamadi, çünkü kendisinden daha inatçI çIkan ve neredeyse tüm vücuduna yayIlan, sevenlerin gözü önünde onu günbegün eriten, tüm gücünü yok eden ama hiçbir zaman yasama sevincini söndüremeyen hastaligina yenildi. Hastaneden çiktiktan sonra, agrilari dayanilmaz bir hale geldi, nefes alamadigi zamanlarda kullanilacak oksijen tüpünün de büyük bir faydasi olmadi. Ama o, hep gülümsedi Ve o güzel insan, okulunu ve arkadaslarini son bir kez daha gördukten bir gun sonra, 14 Eylül 1997 günü, annesinin kollarinda yarim kalan hayalleri ve umutlariyla yasama gözlerini kapadi. Anne ve babasi kendilerinden varedip dunyaya getirdikleri, binbir emek ve sevgiyle büyüttükleri, yasamasi için, hastaligini yenmesi için büyük bir savas verdikleri, canlarinin bir parçasini, Karsiyaka'da son uykusuna yatirdilar. Içten içe haykirislarla, dayanilmaz acilarla… Ve birgün gelecek ki hepimiz seninle bulusacagiz. Kisa bir zaman diliminde yasamimin en büyük bölümünü dolduran, nice güzel anlar paylastigim sen, artik yoksun guzelim. Birbirimize söyledigimiz son söz "Seni Seviyorum"du, her zaman oldugu gibi. Bana verdigin sözü tutamadigin için sana kizmiyorum. O acilara daha fazla dayanamazdin, biliyorum. Artik acilarinin son buldugunu ve cennette oldugunu bilmek en büyük tesellim. Dün gibi geçen iki yil için, yasadigimiz her sey için tesekkürler. Sakin ola ki beni merak etme. Mutluyum, gülüyorum ve hala kimseye aldirmadan kendi dogrularimla yasiyorum. Çünkü yasamin sirri bu biliyorum… Evet ne yazik ki kansere yenildin ama verdiiin mücadeleyle, gösterdiiin cesaretle, yasama bagliliginla, son nefesine dek söndürmedigin umutlarinla, bence kazanan yine de sen oldun birtanem. "Yenilmek, ama yinede teslim olmamak… Zafer budur" Öyle sevgilim, zafer senin, sen kazandin! UCURTMAMI PAZAR GECESI UCURACAGIM UZAKLARA INAT UZAKLARA YUKSELECEGIM SEN GELMESEN DE EY SEVGILI Telefonda hemen hemen her gün kim bilir kaç kez kullandığımız"Alo"sözcüğü,gerçekte bir sevgilinin kısaltılmış adıdır. Sevgilinin tam adi Allessandra Lolita Oswaldo'dur. Bu sevimli genç kiz,telefonu icat eden,A.Graham Bell'in sevgilisiydi. Graham Bell telefonu icat edince ilk hatti sevgilisinin evine çekmisti.Atölyesinde telefon çalinca arayanin Allessandra Lolita Oswaldo'dan baskasi olamayacagini bildiginden Graham Bell,telefonu açar açmaz "Allessandra Lolita Oswaldo" diyordu.Bell,zamanla sevgilisine,adini kisaltarak hitap etmeye basladi ve telefonu her açisinda onu "Ale Lol Os" diye karsiladi.Çalismalari uzadikça Graham Bell ,sevgilisinin adini daha da kisaltti ve ona iki heceli bir ad buldu Bu kisa ad "Alo" idi. Allessandra Lolita Oswaldo, gelistirip, tüm kente yaymaya çalistigi telefondan baska birsey düsünmeyen sevgilisinin bitmek tükenmek bilmeyen deneylerinden rahatsiz olmaya başlayınca Graham Bell'i telefonuyla basbasa birakip onu terketti.Yasli Bell,sevgilisinin bir gün onu arayacağı umuduyla telefonun basindan ayrilmadi.Kentte çekilen telefon hatlarinin sayisi da giderek artmaya baslamisti.Graham Bell'i artik baska kisiler de ariyordu.Fakat o,telefonun her çalısında kendisini sevgilisinin aradığını sanarak telefonunu "Alo"diyerek açıyor ve artık herkes"Alo" diyordu.O günlerde hemeh herkes telefonu açtiklarinda Alexander Graham Bell'in anisina saygi olarak "Alo" demeye basladı. Bugün tümümüzün kullandigi "Alo" sözcügü iste o günlerden uzanmaktadır günümüze. Allah esegi yaratti ve ona dedi ki: "Sen bir eseksin. Sabahtan aksama kadar yorulmadan, yakinmadan calisacaksin ve agir yükleri sirtinda tasiyacaksin. Ot yiyeceksin, az akilli olacaksin ve 50 yil yasayacaksin". Esek cevap verdi: "50 sene böyle bir hayat icin cok cok fazla, lütfen bana 30 yildan fazla verme!". Ve böyle oldu Sonra Allah köpegi yaratti ve ona dedi ki: "Sen bir köpeksin. Insanlarin mallarini koruyacaksin, onlarin en yakin dostu olacaksin. Insanlardan geriye kalan artiklari yiyeceksin ve 25 yil yasayacaksin." Köpek cevap verdi: "Allahm, 25 yil böyle yasamak cok fazla. Bana 10 yil ver yeter". Ve böyle oldu Daha sonra Allah Maymunu yaratti ve dedi ki: "Sen bir maymunsun. Agactan agaca salinacak ve bir aptal gibi davranacaksin. Insanlari eglendireceksin ve 20 yil yasayacaksin". Maymun cevap verdi: "20 sene dünyanin paylacosu olarak yasamak cok fazla. Bana 10 seneden fazla verme". Ve böyle oldu En sonunda Allah erkegi yaratti ve ona dedi ki: "Sen bir erkeksin. Dünyada yasayacak tek rasyonel düsünen canli olacaksin. Diger yaratilmislara zekani kullanarak hükmedeceksin. Dünyayi yöneteceksin ve 20 yil yasayacaksin." Erkek cevap verdi: "Allahim erkek olmak icin 20 yil yetmez. Lütfen bana esekten artan 20 yili, köpekten artan 15 yili ve maymunun 10 yilini ver." Allah bunu kabul etti ve erkek 20 yil erkek olaraki yasadi sonra evlendi ve 30 sene esek olarak sabahtan aksama kadar calisti ve agir yükler tasidi. Sonra cocuklari oldu ve 15 yil köpek gibi yasadi, evi korudu, aileden artanlari yedi. Sonra ilerleyen yasinda 10 yil maymun olarak yasadi. aptal gibi davrandi ve torunlarini eglendirdi. Bir papatya tarlası düşün... İlkbahar ayı. Ve sen onun yanından gecen yolda yürüyorsun. Ve o papatya tarlasında bir papatya dikkatini çeker. Binlercesinden birisidir, ama sen onun yanina gidersin. Onda seni çeken bir şeyler vardır. O papatyayı olduğu yerden koparırsın. Sadece senin olsun istersin. Sadece senin…Öleceğini düşünmeden ve gidersin o tarladan. İçindeki şiddetin durduramadığı bir bencillik ama bir o kadar güzel ve hapsedici. TUTKU bu olsa gerek... Yine o tarlanın kenarındaki yolda yürüyorsundur. Yine milyonlarcası arasında bir tanesi seni çeker. Yaklaşırsın yanına. Gözlerin başkasını görmez olur o an. Onun için herşeyi yapmak istersin. Dokunmak istersin. Dokunamazsın, orda onunla ölmek istersin. Ama birden hafif bir rüzgar eser ve bir başka güzel çiçek kokusu gelir burnuna. Dayanamazsın onun kokusuna. Unutturur herşeyi bir anda ve o kokunun geldiği yöne gidersin. Diğer papatya orda kalmıştır. Yüreğinin bir kenarında. Paylaşılmamıştır birçok şey. Unutulmaz belki ama geri de dönülmez ona. ASK bu olsa gerek... Yine o yoldasın. Papatya tarlasının yanından geçen... Ve yine bir papatya milyonlarcasının içinden seni çeker. Gidersin yanına. Orda kalakalırsın. O hiç ölmesin diye her şeyi yaparsın. Tüm gücünle onunla olmak istersin. Oradan seni koparacak hiç bir güç olmadığına inanırsın. Ve orda onunla ölene kadar birlikte kalırsın. SEVGI bu olsa gerek... ADAM- Hayatım senin çabalarını takdirle karşılıyorum ama hayat yeterince zor. Yani senin bu kadar uğraşmana gerek yok!.. KADIN- Ne için ugraşmama gerek yok? ADAM- Bir cümleyi ilk söylendiğinde anlamak için... Yapamıyorsun! KADIN- Ne diyorsun sen be? ADAM- Cümlenin sonundaki o "be" ne kadar da şirin durdu öyle, nerden aldın? KADIN- Senden almıştım hatırlamadın mı? Ben senden aldığım güzide sözcükleri atmıyorum, saklıyorum. Mesela çok güzel "ulan"larım da var,ister misin bir tane? ADAM- Ben sana ne zaman "ulan" dedim sorabilir miyim? KADIN- Bilmem, sorabilirsin herhalde. ADAM- Ben sana ne zaman ulan dedim? KADIN- Bak sorabildin iste! ADAM- Peki sen cevap verebilecek misin? KADIN- Tabii... Bu konuyla ilgili kesin bir tarih vermek zor ama istersen hemen hemen her gün diyelim. ADAM- Yani ben sana her gün ulan mi diyorum? KADIN- Evet... Neden sasirmis gibi yapiyorsun? Iliskimizin üçüncü sevismesinden sonra sen kibarligi biraktin... Zaten öyle pek de tiryakisi olmadigin için birakmakta fazla zorlanmadin. ADAM- Ben öyle bir üçüncü sevisme hatirlamiyorum. KADIN- Çok normal. O kadar kisaydi ki... Zaten ben de hayal meyal hatirliyorum. ADAM- Hah! Simdi de cinsel hayatimiz problem oldu. KADIN- Bizim öyle bir hayatimiz yok... Neyse bu konuyu konusmak istemiyorum. Bir ölünün arkasindan konusmak dogru olmaz. ADAM- Kimmis bu ölü? KADIN- Özür dilerim. Amacim sana ölmüs bir parçani hatirlatip üzmek degildi. Dikkat ettiysen bu konuda konusmak istemedigimi de söylemistim. Neyse ben bunu sorun etmiyorum... Insanoglu her gidenin yokluguna alisiyor. Senin idrar yollarin açiksa mesele yok. Hem bir de iyi tarafindan bak, cinsel hayatimiz olmadigi için kültürel faaliyetlere daha çok zaman ayirabiliyoruz! ADAM- Ne demek istiyorsun sen be? KADIN- Be'yi geri veriyorsun demek. Sende kalabilirdi ama neyse... ADAM- Konuyu dagitip beni sinir etme. Biz daha dün degil önceki gün sevistik seninle! KADIN- Hayir sevismedik. Biz tesebbüs asamasindayken seni geri zekâli arkadasin Hayri aradi, yaklasik yirmidört dakika atyarisi konustunuz. O sana Troya tek olur dedi, sen de hayir agbicigim oraya çok at yazmak gerekir dedin ve bu nefis konusma böyle sürüp gitti. Bu siirsel sohbetin etkisinden olacak, uyuyakalmisim. ADAM- Nitekim Troya açik ara aldi yarisi. Bosu bosuna bir sürü at yazdik. KADIN- Efendim? ADAM- Öyle olmadi canim. Telefon çaldiginda ben daha açmadan sen tuhaf bir havaya girdin. Sanki kendimi ben aramisim gibi. Ben daha Hayri ne haber demeden sen horlamaya basladin. Bu horlamanin siirselliginden olacak, kendimi atyarisina vermisim. Son bir sey daha: Hayri geri zekâli degil. KADIN- Bak biz seninle herseyi tartisma konusu yapabiliriz, bir tek sey disinda, o da Hayri'nin geri zekâli olusudur. Çünkü bunun aksi yönde bir tek uzman görüsü yoktur, olamaz da! ADAM- Unutma ki o bir yayinevi sahibi. KADIN- Evet ama atlarin anlayacagi düzeyde kitaplar basiyor. ADAM- Senin ona neden uyuz oldugunu ikimiz de biliyoruz, uzatmayalim istersen. KADIN- Yok yok uzatalim... Neden uyuz oluyormusum ben? ADAM- Karisini aldatiyor diye... Ben de sana yillardir anlatamiyorum ki bu, Hayri'yle karisi arasindaki bir sorun, bizi ilgilendirmez. KADIN- Bal gibi de ilgilendirir. Birincisi, Hayri pis, igrenç, asagilik bir etobur. Sadece karisini aldatmiyor, ayni zamanda her an adaleti de yaniltabilir. Basina gelecek bir trafik kazasi durumunda -ki ona çarpacak olan sahane kamyon bir gün elbet trafige çikacak- hukuksal olarak insan muamelesi görecek. O hayvanin ne hakki var benim kamyoncumu magdur etmeye? ADAM- Sen iyice tirlattin. Neden bu kadar taktin adama bilmiyorum ki. KADIN- O adam dedigin canli, Ruslar'la yatiyor. ADAM- Ne var? Irkçi mi oldun simdi de? KADIN- Saçmalama. Kaninda muhtemelen irice bir AIDS virüsü tasiyor o! Buraya kadar bir sorun yok ama karisina bulastiracak. Nurten de arkadasimiz olduguna göre, o da bize bulastiracak. ADAM- Nasil bulastiracak Nurten bize? Sevisecek miyiz kendisiyle, allah allah! KADIN- Saçmalama. AIDS baska yollarla da bulasiyor. Mesela agiz yoluyla! ADAM- Sorun degil biz de takma dislerini kullanmayiz! KADIN- Nurten'in disleri takma degil ki? ADAM- Bak gördün mü bosuna endiseleniyormussun. Takma disi yok ki kullanalim, degil mi hayatim? KADIN- Ben onu bunu bilmem, Hayri denen alçakla görüsmen beni rahatsiz ediyor. Sizin ortak yaniniz nedir ben aslinda onu merak ediyorum. Rus kültürü olmasin? ADAM- Saçmalama. KADIN- Sürekli atyarisi oynamiyorsunuz herhalde... Mesela Hayri Rus fahiselerle yattigi sirada sen ne yapiyorsun, yan odada Rus klasikleri mi okuyorsun? ADAM- Evet... Hayri'nin is kondüsyonu da iyi. Is uzun sürüyor. Düsün iki seansta "Savas ve Baris"i bitirdim. Olay Rusya'da geçiyor. KADIN- Bir kere bu Woody Allen'in esprisi! ADAM- Biliyoruz. Bir sakincasi mi vardi? Hayri kesmedi galiba, bir de Woody Allen'in telif sorunu yüzünden mi kavga edecegiz? KADIN- Sordugum soruyu laf kalabaliginda gözden kaybettirmeye çalisma! Sen de yapiyor musun Hayri'nin yaptigini? ADAM- Nasil yani? Hayri'nin hangi yaptigini? KADIN- Rus hayat kadinlariyla çiftlesiyor musun sen de! ADAM- Sen delirdin mi sevgilim? KADIN- Hâlâ net bir yanit alabilmis degilim. ADAM- Hayir hayatim, manyak misin sen! Ne isim var benim Rus kadinlarla? KADIN- Yani hiç mi olmadi? Ne bileyim fazla alkol alinan bir gece sonrasi Hayri iblisi sana "Tanistirayim, Irina" demedi mi? ADAM- Demedi! KADIN- Vay terbiyesiz. Demek kadinla oturdunuz ama tanistirmadi ha? Zaten o Hayri ayisindan da bu beklenirdi. Eee? Ismini bile bilmedigin bir Rus'la yatmak nasil bir sey? ADAM- Sevgilim! Hastasin sen! KADIN- Hastalanmam çok normal degil mi? Her gece igrenç bir virüsle ayni yatagi paylasiyorum! KADIN- Gazeteyi okudun mu? ADAM- Hı hı... Okudum. KADIN- Hayir yani sen buna gazete okumak mi diyorsun demek istedim. ADAM- Nasil yani? KADIN- Gazeteyle aranizda kötü bir sey geçmis sanki. Tuvalette karsilastik kendisiyle, epey hirpalanmisti. Ne oldu hayatim? Sana kötü bir haber mi verdi? ADAM- Ne diyorsun yine ya? KADIN- Bu "ya" sözcügünü senin kadar zarif kullanan insan azdir... Çünkü "ya" herkesin kullanabilecegi bir sözcük degil. Bazisi a'lari gereksiz yere uzatir mesela, sen de adam sasirdi zannedersin... Hani söyle; yaa!.. Ama sen öyle misin? Y'nin arkasina kararli a takiyorsun bitti gitti. ADAM- Ne olmus gazeteye? KADIN- Bilmiyorum, konusacak durumda degil... Içi disina çikarilmis, bir kenari islanmis ve bizim, onu islatan sivinin su olmasini ummaktan baska yapabilecegimiz bir sey yok. ADAM- Siz kimsiniz? KADIN- Henüz o gazeteyi okuyamamis olanlar. ADAM- Lafi uzatiyor musun yoksa bana mi uzun geldi? KADIN- Hayir hayatim, demek istedigim madem bu gazeteyi dövecek kadar nefret ediyorsun, baska gazete alalim. Hem biz de okuyabiliriz. ADAM- Izin verirsen su kitabi okumak istiyorum. KADIN- Sevdin sen o kitabi, hı? ADAM- Nereden anladin? KADIN- Alti aydir berabersiniz... "Yüreginin Götürdügü Yere Git..." Yani bir yol hazirligi da bu kadar mi uzun sürer, hayret! ADAM- Ben yavas da olsa okuyorum, sen okumayi yazmayi unutmak üzeresin. KADIN- Yani "Sevme Sanati"ni bitirmedim diye soktun bu lafi degil mi? Ben sevmeyi Eric Forum'dan ögrenmek istemiyorum belki. ADAM- Erich Fromm. KADIN- Her neyse... ADAM- Tabii sen bunu tuhaf kadin dergilerinden ögrenmeyi tercih edersin. Elin Amerika'sinda yapilan manasiz anketlerin Türkçe'ye çevrilmis halleriyle çizersin rotani... "Bakalim sevgiliniz ne kadar Angut" ya da "Diyelim ki o aksam çok sevisesiniz var ama sevgiliniz beyzbol maçina gitmek istiyor ne yaparsiniz?" a) Kafasina beyzbol sopasiyla vururum. b) "Tamam ben de gelirim ama devre arasinda sevisirsek" dersiniz. KADIN- Komik oldugunu mu saniyorsun? ADAM- Komik olan sensin. Zira beyzbol bizim ata sporumuz degil... Hatta beyzbolla ilgili yapilmis filmlere de ulusça sinir oluyoruz. Bütün film boyunca "Simdi bunlar niye sevindi, bu adam neden sürekli tükürüyor" diye düsünüyoruz. Mesela sana soruyorum, bir beyzbol sahasi kaç yardadir? KADIN- Ne bileyim ben? ADAM- Peki neden sürekli o salak anketleri dolduruyorsun? KADIN- Simdi anladim... Geçen anket aleyhine çikti, ondan böyle agresifsin. ADAM- Yok canim çok da umrumdaydi. KADIN- Iste zaten ankette de had safhada umursamaz çikmistin. Sevgiliniz sizi umursuyor mu sorusunda o kadar çok e sikki isaretledim ki "En iyisi siz uzun uzun aglayin" seklinde bir sonuç çikti. Ama sen bu sonucu bile umursamayacak kadar umursamaz bir insansin. ADAM- O dergiler seni böyle yapti zaten. Yoksa neden durup dururken operaya gitmek isteyesin ki. KADIN- Buyrun bir de entelektüel geçinir. ADAM- Konuyu çarpitma... Senin operaya gitme istegin kültürel amaçli degildi. Yine bir ankette "En çok yapmak istediginiz fantaziniz nedir" sorusuna böyle manyakça bir cevap çikmisti. KADIN- Evet. Sen ne dedin? "Biliyorsun hayatim ben gürültülü yerlerde yapamam..." Peki o zaman baleye gidelim! Yok orada sahneden gelen gij gij sesi beni deli ediyor. Oldu sevgilim o zaman morga gidelim, en sessiz yer orasi! ADAM- Yahu niçin illa bir yere gidiyoruz, evimiz var ya! Çok istiyorsan çagiralim basbariton bir arkadas biz yatarken bagirsin! KADIN- Ne kadar romantiksin. Geçen gün mum alirken de gözlerimi yasartmistin zaten: Niye mum aliyorsun hayatim, bizim jeneratörümüz var ya! ADAM- Hep o dergiler yüzünden... Güya insana bir yasam stili kakalamaya çalisiyorlar, ona sinir oluyorum ben. Alisveris için suraya gidin çok in, yok sabahlari yürüyüs yapin falan... Sanki Kaliforniya'da yasayan kalifiye elemanlariz. KADIN- Bu kadar basit degil mi? Halbuki aslinda kadin dergilerini benden önce senin okuman lazim. Belki o zaman biraz tanirsin beni ve tüm kadinlari. ADAM- Ben kadinlarin çogunu taniyorum. Çogu memeli insanlar iste. KADIN- Igrençsin... ADAM- Tamam arada memesizi de çikiyor ama ben onlarla görüsmüyorum. KADIN- Çok merak ediyorum daha önceki hayatinda yanindaki talihsiz kadin kimdi? Hos bu kadar duyarsiz olduguna göre sen daha önce bir insan degil, bir binanin duvariydin. ADAM- Terbiyesizlesme. KADIN- Ne dedim ki ben simdi? ADAM- Ne o öyle? Ben insan degil miyim yani? KADIN- Tamam daha fazla konusmak istemiyorum. ADAM- Zaten beceremiyorsun da. Senin konusman berbat sesli birinin israrla sarki söylemesi gibi oluyor. Mithat Körler'i tenzih ederim tabii. KADIN- ................ ADAM- Aglamiyorsun degil mi? KADIN- Seni ilgilendirmez. ADAM- Haydaa... Canim simdi aglayacak ne var? KADIN- Aglayacak bir sürü sey var. Ortada bir iliski var mesela ve ne zaman bu iliskiyi görsem aglayasim geliyor. Ne oldu sana bilmiyorum ki... Eskiden aklimiza eseni yapardik. Uzun, çok uzun telefon konusmalari yapardik hatirladin mi? Hele bir seferinde telefonun pili bitmisti. ADAM- Nasil yani? Telefonlasalim mi? Ayni evin içinde biraz tuhaf olmaz mi? KADIN- Bosuna konusuyorum... ADAM- Bana da öyle geldi. KADIN- Senin kadar hizli igrençlesen insan çok azdir. ADAM- Kitabimi okuyabilir miyim artik! KADIN- Tabii... Umarim yüregin seni cehennemin dibine götürür! ADAM- Kitabi niye attin simdi!.. Allah allah... Ne diyeyim? Yapacak bir sey yok hastasin sen! KADIN- Evet haklisin.. Bir öküze asik olduguma göre... BU DAHA DA SÜRECEK KADIN : Hayatiiimmm!.. ADAM : ....... KADIN : Hayatiiimm! Buradasin demek. Hayatim neden cevap vermiyorsun? ADAM : Cevap mi? Niye? Bir soru mu sordun ki? KADIN : Seslendim ADAM : Oldum olasi bu ev içi seslenmeleri anlamamisimdir. Neden sesleniyorsun ki, zaten ev doksan metrekare, sussan gürültü oluyor! Ismimi içinden geçir yeter ben duyarim. KADIN : Uzar bu... ADAM : Seninle karsilikli apartmanlarda oturan kocakarilar degiliz ki memelerimizi pencerenin pervazina mevzileyip seslenelim. KADIN : Konusabilirmiyim artik? ADAM : Konusabilirsin herhalde....Aslina bakarsan bunu çok daha önce yapabilmen gerekirdi. Sekiz aylikken falan. KADIN : Komik oldugunu zannetmen ne komik degil mi? ADAM : Askim ?ütfen konusmanin akisini degistirelim. Ileri de bir çaglayan görüyorum. KADIN : Ama sen bizi oraya sürüklüyorsun ADAM : Bu cümle pek bariscil degil. Beni suçlarsan kendimi savunmak, kendimi savunurken seni suçlamak zorunda kalirim, sonra sen kendini savunmak için beni suçlarsin ve siddetli bir kapi sesine kadar gider bu! KADIN : Hayir hayir, bugün kavga etmek istemiyorum. ADAM : Zaten dün aksamdan sonra bu çok anlamsiz olurdu. Hatirlarsan yatak odamizin kurulusu gibi bi sey oldu. Her sene kutlasak yeridir yani. KADIN : Gerçekten de öyleydi ADAM : Öte yandan olay yerinde bir naneli sakiz olsaydi daha da iyi olabilirdi ama neyse KADIN : Nasil yani? ADAM : Bosver canim, öylesine söyledim KADIN : Agzimin koktugunu mu söylüyorsun? ADAM : Ne var bunda hayatim herkesin agzi kokar KADIN : Bana hiç bir sey için "ne var bunda" deme! ADAM : Tamam kapatalim bu konuyu KADIN : Ilk bulusmamizdan beri kapattigimiz bininci konu bu. ADAM : Bastan alalim mi? Sen "hayatim" diye seslenerek içeri girdin, bende sana "söyle canim" dedim...Ordan devam edelim. KADIN : Sunu soracaktim cep telefonum kesilmis ADAM : Iyi. Evden ararim KADIN : Saçmalama ADAM : Tamam. Bizzat eve gelirim yüz yüze görüsürüz. KADIN : Biraz para versen!? ADAM : Seninle görüsmek için niye para veriyorum? KADIN : Hayatim günümüzde kimle görüsmek istersen biraz para vermek zorundasin. Telekomünikasyon bu temel üzerine kurulur. Mesela manasiz arkadaslarinla yaptigin bes para etmez sohbetler için bile bir sürü para vermek zorunda kaliyoruz. ADAM : Kimmis bu manasiz arkadaslarim? KADIN : Saymakla bitmez. Ama bitirmeye çalisayim : Semih, Nurettin, Hayri ve benzerleri... ADAM : Semih de mi kötü oldu? Adam ülkenin sayili cerrahlarindan biri. KADIN : Evet ama hala yemek yerken agizini sapirdatiyor ADAM : Alt çenesi dogustan biraz önde, ne yapsin adam KADIN : Ama utanmadan çekirdek çitlemeye çalisiyor.Disler hiç bir zaman üstüste gelmiyor ki çekirdegin kabugu ikiye bölünsün. çekirdegi agizinda hamurlastirip tuzunu emiyor, kalan asagilik posayi da gözümüzün önünde sergiye açiyor. Neden çerezi alet ediyorsun ki, direkt tuz ye! ADAM : Sana yaranmak imkansiz. Hakkinda abuk sabuk konustugun adam mikrocerrahi dalinda Avrupa'da meshur! KADIN : Bir gün kongrede çekirdek çitlesin bak bir daha yüzüne bakiyorlar mi? ADAM : Kusura bakma benim arkadaslarim seninkiler gibi degil. Mesela telefon faturalarimizda güzide bir yeri olan Sengül'ün verdigi hayat dersleri yoktur bizimkilerde. Yani Semih hiç bir zaman ayrilmamiza yol açmamistir. Belki kabuklu yemis yemekte zorlaniyor ama ailemizin içislerine karismiyor. KADIN : Sengül benim en iyi arkadasim ve bu konularda tecrübesi var. ADAM : Hangi konularda? KADIN : Her konuda... Iliskiler, hayat, kadinlar, erkekler....Hersey iste.... ADAM : Bu bilgilerden kendisi neden istifade etmiyor acaba? Ne zaman seni arasa üçbuçuk saat konusuyorsunuz! Ve dogal olarak iliskimizden hergün üçbuçuk saat çalmis oluyor.Bu durumda nasil mutlu olabiliriz?Sen Sengül'den arta kalan zamanlarda benimle görüsüyorsun. Yani Sengül!le sürekli aleyhimde konusup sonra dönüp benimle sevismen saglikli bir sey mi? Bir de annen var tabii...Sengül'ün öldüremedigi yanlarimi annenle hallediyorsunuz! KADIN : Annem hakkinda dikkatli konusmani öneririm. ADAM : Ayni özeni annenden bekliyorum bende..Ama hala benden "o adam" diye bahsediyor. KADIN : Sen benim telefonlarimi mi dinliyorsun? ADAM : Hayir telsiz telefon tuvalette kalmisti, ben de birini aramak üzere actim ve annenin sen kahkahalariyla karsilastim. KADIN : Eeee? ADAM : E'si o sirada sana "nerede o adam yasiyor mu" diye sordu, sen de "tuvalette" dedin, bunun üzerine sayin valide hanim "desene yakistigi yerde" dedi. Ve ikiniz bu lafa iki dakika doyunca güldünüz. Ve üstelik o igrenç iki dakikanin parasini ben ödüyorum! Yani karimla annesi aleyhimde boktan espiriler yapiyorlar ama Türk Telekom la muhatap olan benim. Sadece biraz saygi istiyorum!Koca olarak degilse bile bir sponsor olarak birazcik saygiyi hakediyorum herhalde! KADIN : Faturayi ödüyor olman sana konusmalari dinleme hakkini vermez. ADAM : Yok canim. Neye para ödedigimi bilmek benim hakkim! Ve bundan böyle parami çarçur etmeye niyetim yok. Git annene söyle cep telefonun parasini o ödesin! KADIN : ÖYLE MI? AL O ZAMAN! CEP TELEFONU SORUNUMUZ KALMADI! ADAM : SEN O CEP TELEFONUNU NASIL PENCEREDEN ATARSIN. ONUNDA PARASINI BEN ÖDEDIM! KADIN : YAA? PEKI BU TELEVIZYONUN PARASIN KIM ÖDEMISTI? GÜZEEL... ADAM : DUR MANYAKLASMA! BIRAK O TELEVIZYONU! Küçük oğlumuz annesine geldi ve ona kağıdı uzattı. Annesi ellerini önlüğüne kuruladıktan sonra kağıdı okumaya başladı : Cimleri biçtiğim için. 5 dolar Bu hafta odamı temizlediğim için. 1 dolar Alışverişe gittiğim için. 50 sent Küçük kardeşime baktığım için 25 sent Copu attığım için 1 dolar İyi bir karne getirdiğim için 5 dolar Bahçeyi temizlediğim için 2 dolar Toplam borç : 14 dolar 75 sent Annesi umutla kendisine bakan oğlumuza baktı. .Eline bir kalem aldı, kağıdın arka yüzünü çevirdi ve şunları yazdı: Seni dokuz ay karnımda taşıdım : Bedava. Hasta olduğunda başını bekledim, elimden geleni yaptım, senin için dua ettim : Bedava Yıllar boyu değişik nedenlerle senin için gözyaşı doktum : Bedava. Senin için geceler boyu kaygı duyup, uykusuz kaldım : Bedava. Oyuncaklarını topladım, yemeğini hazırladım, giysilerini yıkadım, ütüledim : Bedava yavrum. Ve bunların hepsini topladığın zaman gerçek sevginin bedelinin olmadığını görürsün : Bedavadır çünkü. Oğlumuz annesinin yazdıklarını okuyunca gözleri doldu. Annesine baktı ve "Anneciğim, seni seviyorum." dedi. Sonra annesinin elinden kalemi aldı ve kağıda büyük harflerle şunları yazdı : "HEPSİ ÖDENMİŞTİR." Küçük kız,hüzünlü bir yabancıya gülümsedi. Bu gülümseme adamın kendini iyi hissetmesine sebep oldu. Bu hava içinde yakın geçmişte kendisine yardım eden bir dosta teşekkür etmediğini hatırladı. Hemen bir not yazdı, yolladı. Arkadaşı bu teşekkürden o kadar keyiflendi ki, her öğlen yemek yediği lokantada garson kıza yüklü bir bahşiş bıraktı. Garson kız ilk defa böyle bir bahşiş alıyordu. Akşam eve giderken, kazandığı paranın bir parçasını her zaman köşe başında oturan fakir adamın şapkasına bıraktı. Adam öyle; ama öyle minnettar oldu ki… İki gündür boğazından aşağı lokma geçmemişti. Karnını ilk defa doyurduktan sonra, bir apartmanın bodrumundaki tek odasının yolunu tuttu. Öyle neşeliydi ki,bir saçak altında titreyen köpek yavrusunu görünce, kucağına alıverdi. Küçük köpek gecenin soğuğundan kurtulduğu için mutluydu. Sıcak odada sabaha kadar koşuşturdu. Gece yarısından sonra apartmanı dumanlar sardı. Bir yangın başlıyordu. Dumanı koklayan köpek öyle bir havlamaya başladı ki, önce fakir adam uyandı, sonra bütün apartman halkı… Anneler, babalar dumandan boğulmak üzere olan yavrularını kucaklayıp, ölümden kurtardılar… Bütün bunların hepsi beş kuruşluk bile maliyeti olmayan bir tebessümün sonucuydu... Hastanenin bir koğuşunda üç kötürüm bulunuyordu. Bunlardan koğuşa ilk gelen, pencerenin önüne, ikincisi ortaya, üçüncüsü ise kapı kenarına yatırılmıştı. Ortadaki hasta iyimser bir adam olduğu için neşeli konuşmalarıyla diğerlerini eğlendiriyor ve acılarını azaltmaya çalışıyordu. Soğuk bir kış gecesinde pencerenin yanındaki hasta öldü. Onu kaldırdıktan sonra ortadaki hastayı pencerenin önüne, kapının yanındakini ise ortaya yatırarak boşalan yere yeni bir hasta getirdiler. Pencere önüne alınan iyimser adam, dışarıda gördüklerini arkadaşlarına anlatmaya başladı. Yol kenarındaki parkı, dev çınar ağacını, cıvıldaşan kuşları, işlerine koşuşan insanları, neşeli çocukları ve karşı dağdaki çiçek dolu tarlaları uzun uzun anlatarak çaresiz durumdaki arkadaşlarını rahatlatıyordu. Adam bir müddet sonra gelip geçenlere isimler takmaya başladı. Öteki hastalar, sabahları işe gidenlerin, seyyar satıcıların ve akşam vakti yorgun argın eve dönenlerin hikayelerini dinleye dinleye, onları gözlerinin önünde canlandırabiliyordu. Kısa süre sonra hastanenin ruha ağırlık veren havası dağılmış ve bir türlü geçmek bilmeyen saatleri tatlı hikayeler doldurmuştu. Bir gün, ortadaki adamın aklına ansızın bir fikir geldi. Eğer pencerenin önündeki hastaya birşey olacak olsa oraya kendisi geçecek, dışarıdaki renkli ve canlı hayatı bizzat kedi gözleriyle görecekti. Bu düşünce günlerce kafasın da yer etti. Yattığı yerden hep bunu düşünüyor, ve çareler araştırıyordu. Sonunda onu da buldu. Pencerenin önündeki hastaya sık sık kriz geliyordu. Adam bu durumda komidinin üzerindeki ilacına güçlükle uzanıyor ve odada hastabakıcı bulunmadığı için ilacı kendisi alıyordu Bir gece pencerenin önündeki hastaya yine bir kriz geldiğinde, ortadaki hasta büyük bir gayretle doğrularak onun ilacını deviriverdi. Şişe yere düşmüş ve paramparça olmuştu. Ertesi sabah, pencerenin önündeki hastayı ölü buldular. Ve onu kaldırdıktan sonra, ortada yatan hastayı cam kenarına geçirdiler. Adam, göreceği manzaranın heyecanıyla dışarı baktığında beyninden vurulmuşa döndü. Pencerenin birkaç metre ötesinde, simsiyah duvardan başka hiçbir şey yoktu. Kervanın yolunu eşkıyalar kesmişti. Herkesi soyup soğana çevirdiler. Kervanda çok fakir bir adam vardı. Soyulacak hiçbir şeyi yoktu. Eşkıyaların biri onu kenara itti: -Sen çekil beybaba, sende iş yok!... Biz, zengin adamlarla uğraşıyoruz... Adamda bir kenara çekilerek çubuğunu keyifli keyifli tüttürerek oturdu. Eşkıyalar herkesi soyduktan sonra gittiler. Kervanın soyulan zenginlerinden biri adama bakarak: -Ayıp ettin hemşehrim, dedi. Eşkıyalar bize etmediğini bırakmadı. Sen orada keyif çatıyorsun. Fakir tebessüm ederek: -İnsaf yahu dedi. Kırk yılda bir züğürtlüğün keyfini çıkaralım dedik. Onu da mı çok gördünüz? İZLER Yırtık pırtık paltolar giymiş iki çocuk kapımı çaldı. "Eski gazeteniz var mı, bayan?" Çok işim vardı. Önce hayır demek istedim, ama ayaklarına gözüm ilişince sustum. İkisinin de ayaklarında eski sandaletler vardı ve ayakları su içindeydi. "İçeri girin de size kakao yapayım." dedim. Hiç konuşmuyorlardı. Islak ayakkabıları halıda iz bırakmıştı. Kakaonun yanında reçel ekmek de hazırladım onlara, belki dışarıdaki soğuğu unutturabilir, azıcık da olsa ısıtabilirdim minikleri. Onlar şöminenin önünde karınlarını doyururken ben de mutfağa döndüm ve yarıda bıraktığım işleri yapmaya koyuldum. Oturma odasında ki sessizlik dikkatimi çekti. Bir an kafamı uzattım içeriye küçük kız elindeki boş fincana bakıyordu. Erkek çocuğu bana döndü ve "Bayan, siz zengin misiniz?" diye sordu. "Zengin mi? Yo hayır!" diye cevaplarken çocuğu, gözlerim bir an ayağımdaki eski terliklere kaydı. Kız elindeki fincanı tabağına dikkatle yerleştirdi ve "Sizin fincanlarınız ve fincan tabaklarınız takım." dedi. Sesindeki açlık, karın açlığına benzemiyordu. Sonra gazetelerini alıp çıktılar dışarıdaki soğuğa. Teşekkür bile etmemişlerdi, ama buna gerek yoktu. Teşekkür etmekten daha öte birşey yapmışlardı. Düz mavi fincanlarım ve fincan tabaklarım takımdı. Pişirdiğim patateslerin tadına baktım. Sıcacıktı patatesler. Başımızı sokacak evimiz vardı. Bir eşim vardı ve eşimin de bir işi, bunlar da fincanlarım ve fincan tabaklarım gibi uyum içindeydi. Sandalyeleri şöminenin önünden kaldırıp, yerlerine yerleştirdim. Çocukların sandaletlerinin çamur izleri halının üzerindeydi hala. Silmedim ayak izlerini. Silmeyeceğim de. Olur ya; unutuveririm ne denli zengin olduğumu... Yıllar önce Stanford Hastanesi'nde gönüllü olarak çalıştığım zaman, çok ciddi ve az rastlanan bir hastalığa yakalanmış Liza adında bir kız tanıdım. İyileşmesi için tek yol vardı, beş yaşındaki erkek kardeşinden kan nakli yapılması gerekiyordu. Erkek kardeşi aynı hastalığın üstesinden gelmişti ve vücudunda hastalığı yenebilecek antikorlar oluşmuştu. Doktor bu durumu Liza'nın erkek kardeşine açıkladı ve ona ablasına kan vermeyi isteyip istemediğini sordu. Küçük çocuk bir an tereddüt etti ve derin bir nefes aldıktan sonra, "Evet, eğer Liza kurtulacaksa veririm" dedi. Kan nakli yapılırken, küçük çocuk ablasının yanındaki yatakta yatıyor ve ablasının yanaklarına renk geldikçe bizlerle birlikte gülümsüyordu. Sonra yüzü sarardı ve yüzündeki gülümseme kayboldu. Başını kaldırıp doktora baktıktan sonra titreyen bir sesle, "Hemen mi öleceğim ?" diye sordu. Yaşı çok küçük olduğu için, doktorun sözlerini yanlış anlamıştı ve kanının tümünü ablasına vereceğini sanıyordu. Kaba saba, soluk, yıpranmış giysiler içindeki yaşlı çift, Boston treninden inip utangaç bir tavırla rektörün bürosundan içeri girer girmez, sekreter masasından fırlayarak önlerini kesti... Öyle ya, bunlar gibi ne idüğü belirsiz taşralıların Harward gibi üniversitede ne işleri olabilirdi ? Adam yavaşça rektörü görmek istediklerini söyledi. İşte bu imkansızdı. Rektörün o gün onlara ayıracak saniyesi yoktu. Yaşlı kadın çekingen bir tavırla,"Bekleriz" diye mırıldandı... Nasıl olsa bir süre sonra sıkılıp gideceklerdi. Sekreter sesini çıkarmadan masasına döndü. Saatler geçti, yaşlı çift pes etmedi. Sonunda sekreter dayanamayarak yerinden kalktı. "Sadece birkaç dakika görüşseniz.Yoksa gidecekleri yok" diyerek rektörü iknaya calıştı. Anlaşılan çare yoktu. Genç rektör isteksiz bir biçimde kapıyı açtı. Sekreterinin anlattığı tablo içini bulandırmıştı. Zaten taşralılardan, kaba saba köylülerden nefret ederdi. Onun gibi bir adamın ofisine gelmeye cesaret etmek !.. Olacak şey miydi bu ? Suratı asılmış sinirleri gerilmişti. Yaşlı kadın hemen söze başladı. Harward`da okuyan oğullarını bir yıl önce bir kazada kaybetmişlerdi. Oğulları burada öyle mutlu olmuştu ki, onun anısına okul sınırları içinde bir yere, bir anıt dikmek istiyorlardı. Rektör, bu dokunaklı öyküden duygulanmak yerine öfkelendi. "Madam" dedi, sert bir sesle, "Biz Harward`da okuyan ve sonra ölen herkes için bir anıt dikecek olsak, burası mezarlığa döner..." "Hayır, hayır" diyerek haykırdı yaşlı kadın. "Anıt değil... Belki Harward`a bir bina yaptırabiliriz". Rektör, yıpranmış giysilere nefret dolu bir nazar fırlatarak,"Bina mı ?" diyerek tekrarladı, "Siz bir binanın kaça mal olduğunu biliyor musunuz ? Sadece son yaptığımız bölüm yedi buçuk milyon dolardan fazlasına çıktı..." Tartışmayı noktaladığını düşünüyordu. Artık bu ihtiyar bunaktan kurtulabilirdi. Yaşlı kadın sessizce kocasına döndü. "Üniversite inşaatına başlamak için gereken para bu muymuş ? Peki, biz niçin kendi üniversitemizi kurmuyoruz, o halde ?" Rektörün yüzü karmakarışıktı. Yaşlı adam başıyla onayladı. Bay ve Bayan Leland Stanford dışarı çıktılar. Doğu California`ya, Palo Alto`ya geldiler. Ve Harward`ın artık umursamadığı oğulları için onun adını ebediyyen yaşatacak üniversiteyi kurdular. Amerika`nin en önemli üniversitelerinden birini... STANFORD`u Sevgili Tanrım, Artık genç değilim ve arkadaşlarımın anneleri tek tek ölmeye başladı. Arkadaşlarım annelerinin değerini anladıklarında, bunu onlara söyleyemeyecek kadar geç kaldıklarını dile getiriyorlar. Benim hala hayatta olan kusursuz bir annem var. Onun değerini her geçen gün daha iyi anlıyorum. Annem değil, ben değişiyorum. Yaşım ilerledikçe, onun ne kadar olağanüstü bir insan olduğunu daha iyi anlıyorum. Bu sözleri annemin kendisine söyleyemiyorum ne yazık, oysa duygularımı kaleme almak ne kolay. Bir evlat kendisine yaşam veren annesine nasıl teşekkür edebilir? Bir çocuk büyütürken gösterdiği sevgiye, sabıra ve onca çabaya? Bebekken arkasından koştuğu, asabi bir ergeni anladığı, her şeyi bildiğine inanan üniversite öğrencisini hoşgördüğü için şükranlarını nasıl dile getirebilir? Kızının annesinin ne kadar akıllı bir insan olduğunu anladığı günü sabırla beklediği için nasıl minnet duyabilir? Anne olmuş bir evlat hala kendisine annelik yapan bir insana nasıl teşekkür edebilir? Her zaman öğüt vermeye hazır olduğu halde, istendiğinde, ya da gerektiğinde sessiz kalmayı başardığı için.. Binlerce kez söyleyebileceği durumlarla karşılaşmasına karşın, "Ben sana dememiş miydim?" demediği için.. Kendisi olduğu için.. Sevgi dolu, düşünceli, sabırlı ve bağışlamayı bilen kendisi olduğu için, nasıl teşekkür edebilir? Tanrım, Senden onu hakettiğince kutsamanı istemekten başka bir şey gelmiyor elimden.. ..ve onun bana örnek olmasında, bana yardımcı olmana şükretmekten başka. Kendi çocuklarımın gözünde, annemin benim gözümde olduğu kadar iyi bir anne olabilmek için sana dua ediyorum Tanrım. Bir kız evlat Ann Landers NEMİZE: Ayol SADULLAH nicin bu kadar yavas davraniyorsun ? Bana bak eger bilerek gec kalmaya calışıyorsan soyle hic boşuna ugrasma. Çunku bu sefer kararim kesin annemlere bayram ziyaretine gidecegiz. SADULLAH:Ne alakasi var hayatim? Sadece ker kartal sey. yani kel kartallarla ilgili bir belgesel vardı da onu izledikten sonra gozlerim doldu. Nesilleri tükeniyo ya iste ondan uhu.. hork..Yuzum yikıyordum sonra televizyonda Erol ustanin tirmanisu diye bir pasta tarifini aliyodum da o yuzden geciktiydim. NEMİZE:Bir kere tirmanisu degil tiramisu ikincisi yalan soyleyeceksen dogru durust bir seyler soyle de inanalim. SADULLAH: Hayir canim ne alakasi var simdi ben sadece. NEMİZE:Cok alakasi var. Hayatim anlamiyorsun ama dokuz senelik evliyiz ve simdiye kadar sadece iki kere senin su numaralarin yuzunden annemlere bayram ziyaretine gidebildik. Fakat bu sene kararim kesin annemlere gidecegiz. SADULLAH:Ondan degilde arabayi tamire verdim. Ben oyle arabasiz dolasmaya aliskin deelim. Usta 'Beyum sincuk bunun isi coh modor gapaa goltuklar gaporda felan hepten deugsecek igi haftayı bulmaz alursun dedi' o yuzden gidemeyiz. NEMİZE:Benim salak kocacim bizim zaten arabamiz yok ki. Olmayan arabamiz nasil tamire veriyorsun anlamiyorum. SADULLAH: Bi kere salak sensin cünkü hala bana neden gitmek istedigimi sormadin. Yahu anlamiyorsun galiba annen bana oraya her gidisimizde yapmadgini bırakmiyor. NEMİZE:O kadar abartma sadece seni biraz kıskanıyor. SADULLAH:Gecen gidisimizde olanları ne cabuk unuttun. NEMİZE:En son üc bucuk yıl önce annemlere gittik sence de bu kadar uzun zaman icerisinde unutmam mantıklı degil mi? SADULLAH:Her neyse.. Hatirlayacak olursan annen kaza susu vererek ustume kaynar cay suyu doktu ayrica yetmemiş gibi üstümdeki çok pahalı yün kazağı iyice temiz olsun diye 80 derecedeki suyla bir buçuk saat yıkadı. Sayesinde XL kazak bir anda 0-6 yaş grubu bir çocuğa olacak kadar küçüldü. NEMİZE:O kadar da olsun. Yaşı 65 oldu biraz unutkanlık normaldir. Arada bir bazı şeyleri unutuveriyor. Senin bunları hoş görmen lazım. SADULLAH: Arada bir mi? Senin bunak annen yüzünden bir elbiseyi on günden fazla giyemiyorum. Kendi evinde yaptıkları yetmiyormuş gibi birde gelip bizin evde çamaşır yıkamaya kalkıyo. NEMİZE: Saçmalama. Annem bu eve sadece bir kere gelebildi. Zaten tek gelişinde de senin şu saçma bubi tuzaklarınla karşılaştı. Çünkü senden başka hiçbir psikopat evin girişine mayın döşemez. Neyse ki olayı önceden fark ettik. Çocuklara da kötü örnek oluyorsun. SADULLAH:Haklısın bir de çocuklar var. Onları ne yapacağız? NEMİZE:Hiiç. İyilerinden bi kaç tanesini seçer götürürüz. Saçmalama tabiki onları da götüreceğiz. SADULLAH:Sorun da bu ya onların gelmesini istemiyorum. NEMİZE:Niyeki? Onları annemlere göstermeyecek miyiz? Sen de iyice saçmalamaya başlıyorsun. SADULLAH:Zaten sorun annen değil senin kuduz baban. Ne zaman çocukları görse onları sevicem diye alıp ısırmaya başlıyor. Geçen sefer Mehmetcan'ı babanın elinden zor aldık. Satanist bunak .Çocuğu diş darbeleriyle ne hale getirmişti Zavallıyı hastaneye zor yetiştirmiştik. NEMİZE:Bana bak SADULLAH sabahtan beri annemlere demediğini bırakmadın. Ben bu kadar hakarete dayanamam. Annemin evine gidiyorum. SADULLAH:Gidemezsin çünkü biz tartışana kadar bayram tatili bitti. Artık bi dahaki sefere. Hahhaha!!! Biraz geciktik degil mi ? Çok beklediniz mi ? Basimiza gelenleri bir bilseydiniz böyle kizmazdiniz. Tam sizle bulusmaya geliyorduk ki, kösede sonbahari gördük. Bakisakalmisiz öylece... Zamanin nasil geçtigini anlayamadik. Sonuçta geldik iste, elimizde bir tutam gazel... Mavinin sararmayacagini umarak ama bir yandan da sariyi severek geldik. Merhaba!... Etrafinizdaki insanlar var ya, yer, gök, deniz, yagmur var ya, marti, serçe, balik var ya, umut var ya, ask var ya... Iste onlarin hepsi sizin için. Çikin karisin kalabaliga, özgürlügün dile pelesenk edilecek soguk bir kavramdan çok, hayatin içinde ve size bir islik mesafesinde olan muzip bir arkadas oldugunu unutmadan, payiniza düsen sari yapragi toplayin sokaklardan. Sonbahari sevin, yagmuru sevin, az biraz sogugu sevin... Hava yeni aydinlanmisken agzinizdan buharlar çikartarak, tanimadiginiz bir insana "günaydin" demeyi sevin. Hüznü sevin ama asla mizmiz olmayin. Naifligi abartmayin; kizmayi, sinirlenmeyi, yeri gelmisse kavga etmeyi ihmal etmeyin. En son ne zaman pencerenizden yasadiginiz kente alici gözüyle baktiniz ? Hadi pencerenize gidin... Eski Ispanyol haritacilarin sevgilileri harita çizilirken,"Benim için de bir ada çiz " derlermis. Ispanyol haritacisi da sevgilisi için gerçekte olmayan bir ada çizermis . Eski Ispanyol haritalarinda böyle "Sevgiliye armagan adaciklar" olurmus . Kristof Kolomb bir deniz seferinde,haritadan anlayan bir Ispanyol'a gemide sularin azaldigini, haritada görülen su adacikta içme suyu bulunup bulunmadigini sorunca Ispanyol gülümsemis "Efendim, o adanin var oldugunu sanmiyorum. Onu çizen haritaci sevgilisine çizmistir" demis ve gerçek ortaya çikmis. Aksit Göktürk' ün "Edebiyatta Ada" yapitini okudugumda çok gülmüstüm. Sevgilisinden"Haritada bir ada" isteyen Ispanyol kadini da, ona adayi armagan eden Ispanyol haritacisi da ne güzel bir sey yapmislar. Ingiliz Krali Edward da sevdigi kadina bir "Krallik" armagan etmistir de nice kadini heyecandan titretmistir. Bayan Simpson için kralligindan vazgeçmesi zamaninin Leyla-Mecnun öyküsünü yasatmistir . Çizecek haritasi olmayanlar, vazgeçecek kralligi olmayanlar ne yapsin ? Bütün bunlar sembol degil mi ? Haftalardir görmedigimiz bir dosta bir kart göndermek aklimizdan bile geçmez. "Ayni kentteyiz, nasil olsa yakiniz" diye düsünürüz ... Oysa degilizdir. Insan insani kaybediyor. Ve bulamiyor. Ayni kentte olsa da .Ayni semtte olsa da... Ayni evde olsa da ... Sonra da soruyoruz ... "Neyim var, ne oluyor, eksiklik ne ?" Eksilen insan. Ve kendimiz. Bir haritaya bir ada çizip de "Bu senin adan" demeyi unutuyoruz. Oysa herkesin bir adasi olabilir. Denizler öyle büyük ki. Duygulari unutuyoruz ... Düsünceleri, sevgiyi, sözleri, dokunuslari, davranislari, dostlugu unutuyoruz... Kendimizi beklemeye alistiriyoruz ... Sonra da neyi bekledigimizi unutuyoruz... Eksiliyoruz. Neden eksildigimizi bilmeden... Yırtık pırtık paltolar giymiş iki çocuk kapımı çaldı. "Eski gazeteniz varmı, bayan?" Çok işim vardı. Önce hayır demek istedim, ama ayaklarına gözüm ilişince sustum. İkisinin de ayaklarında eski sandalatler vardı ve ayakları su içindeydi. "İçeri girin de size kakao yapayım." dedim. Hiç konuşmuyorlardı. Islak ayakkabıları halıda iz bırakmıştı. Kakaonun yanında reçel ekmek de hazırladım onlara, belki dışarıdaki soğuğu unutturabilir, azıcık da olsa ısıtabilirdim minikleri. Onlar şöminenin önünde karınlarını doyururken ben de mutfağa döndüm ve yarıda bıraktığım işleri yapmaya koyuldum. Oturma odasında ki sessizlik dikkatimi çekti. Bir an kafamı uzattım içeriye küçük kız elindeki boş fincana bakıyordu. Erkek çocuğu bana döndü ve "Bayan, siz zenginmisiniz?" diye sordu. "Zengin mi? Yo hayır!" diye cevaplarken çocuğu, gözlerim bir an ayağımdaki eski terliklere kaydı. Kız elindeki fincanı tabağına dikkatle yerleştirdi ve "Sizin fincanlarınız ve fincan tabaklarınız takım." dedi. Sesindeki açlık, karın açlığına benzemiyordu. Sonra gazetelerini alıp çıktılar dışarıdaki soğuğa. Teşekkür bile etmemişlerdi, ama buna gerek yoktu. Teşekkür etmekten daha öte birşey yapmışlardı. Düz mavi fincanlarım ve fincan tabaklarım takımdı. Pişirdiğim patateslerin tadına baktım. Sıcacıktı patatesler. Başımızı sokacak evimiz vardı. Bir eşim vardı ve eşimin de bir işi, bunlar da fincanlarım ve fincan tabaklarım gibi uyum içindeydi. Sandalyeleri şöminenin önünden kaldırıp, yerlerine yerleştirdim. Çocukların sandaletlerinin çamur izleri halının üzerindeydi hala. Silmedim ayak izlerini. Silmeyeceğim de. Olur ya; unutuveririm ne denli zengin olduğumu... Beni okuyorsanız eğer, buralara kadar ulaştıysanız yani, sizin de bu ortamda dostluk ve sevgi aradığınızı ya da er geç arayacağınızı düşünüyorum... Örneğin okumakta olduğunuz bu dergiye emek veren kişiler, birbirini görmeden, tanımadan sevdiler, dostluk adına çabalarını sürdürdüler... Birbirimizi görmeden, tanımadan ve sadece "hissederek" yürüttüğümüz dostluk ilişkisi yaşamımızdaki diğer ilişkilerden çok farklı gelişiyor.. Gerçek yaşamda önce fizikleriyle, giyim kuşamlarıyla, sonra da fikirleriyle ve yaşam görüşleriyle, zihinleriyle tanışırız insanların.. Oysa burada, sanal ortamda, önce fikirler ve görüşler ön plandadır, birbirimizi zihinlerimizle tanırız, severiz ( ya da sevmeyiz :) ) ve bazen de tanımak isteriz, görüşür tanışırız....Değer verir, dost oluruz.. Çok sevdigim bir şair ve filozofun, Halil Cibran'in sözlerini yazım süresince paylaşacağım sizlerle: "Dostunuz size aklından geçenleri açıklarken ne 'hayır'ı ne de 'evet'i ona söylemekten korkmayınız. Ve o sustuğunda yüreğiniz onu dinlemeyi sürdürsün; eğer dostun senin içindeki denizin alçalacağını bilmek zorundaysa, bırak yükseleceğini de bilsin.. Yanlızca zaman öldürmek için aranılan dost nedir ki ? O, sizin ihtiyacınızı karşılamak içindir, yoksa anlamsız boşluğunuzu değil.. Ve dostluğunuzun uyumunda, bırakın kahkahalar yükselsin ve zevkler paylaşılsın..." Bazen bu büyü bozulmasın diye, dürüst olamadığımız için, bu tanışmayı istemeyiz. Karşımızdakinin dürüstlüğü veya bizimki. Bir şekilde kafamızda hep dürüstlüğü sorgularız, güvenmek isteriz yazılana, dostlarımıza.... Gerçekten o kişi mi... Gerçekten böyle mi düşünür.O mu gerçekten bizim etkilendiğimiz, sevgi duyduğumuz... Yoksa yalan mı bize söyledikleri... Yoksa... Yoksa... Bize sevgiden bahseden, yüce duyguları bayrak etmiş kişi, evinde eşini veya çocuklarını döven biri mi? En azından, insanları, iddia ettiği kadar sevmiyor olabilir mi? Zaman içinde tanıdıkça kuşkular başlayacaktır... Hiç kimse yalanı sürekli sürdürecek kadar zeki değildir...Ve hiç kimse de bu yalanlara sonsuza kadar inanacak kadar saf değil...Dürüstlük, özgürlük demektir ve özgürlük kısıtlanmamalıdır asla... "Özgürlüğünüz, kendisine vurulmuş olan zincirlerinden kurtulduğunda, daha büyücek bir özgürlüğe zincir olur." Sürdürmeye çalışacağımız yalan, hatırlamak zorunda olduğumuz uydurma kişilik en çok kendimizi rahatsız edecektir bir gün... İnsan karşısındakini bir süre aldatabilir belki... Hatta uzun bir süre de bunu devam ettirebilir... Ama kendini kandıramaz, bunu hep sürdüremez. Sürdürürse, kişilik sorunları başlayacaktır, yarattığı kahramanı yaşatmaya çalışırken, kendisini yaralamış, hatta öldürmüş olabilir... Ne kaybederiz oysa, ne olur boyumuz kısa veya uzun ise, zayıf veya şişman isek... Sağlığımız yerinde veya değil ise... Eksiklerimiz varsa... Paramız olsa veya olmasa... Veya o filmi görmemişsek, o şiiri duymamışsak.... Ya da o ülkeye gitmemişsek...Sesimiz güzel değilse... O konuya yabancı isek....Söylediğimiz yaşta değilsek... Manken-fotomodel bir kadın veya atletik vücuda sahip bir erkek değilsek.. Ya da yaşamımızda olmadığını söylediğimiz birileri varsa... Ne farkeder dostluk adına.. Yalanların esiri olarak yaşamak ve bir gün herşeyden kaçmaktansa, dürüst olmayı denesek dostlarımıza ve kendimize... Yarattığımız dünyanın birgün başımıza çökmesindense... Daha kötüsü, bir başkasının dünyasını yıkmaktansa.... "tıpkı okyanusun sahilinde durmadan kumdan kaleler yapan ve sonra da bir vuruşta gülerek yıkıveren çocuklar gibi. Oysa sizler kumdan kaleler yaptıkça okyanus sahile daha çok kum yığmaktadır, ve yaptığınız kaleleri yıktıkça okyanus sizlere gülmektedir.." Kendine mükemmel bir kişilik yaratmak çok kolay... Zor olan, olduğunu dürüstçe olabilmek... En acı gerçeğin bile en güzel yalandan üstün olduğunu hatırla... Dürüstlük temelinde oturan dostlukların daha değerli ve uzun ömürlü olacağını ta içinde biliyorsun... Unutma,uzun vadede dürüstlük her zaman galip gelecektir... Kendini zor olsa da, acı olsa da, kabullen... Çünkü sen biriciksin, çok değerlisin. Sonradan acısını çekeceğin hayalleri yaratma.. "Acınız, idrakinizi kaplayan kabuğun kırılmasıdır. Nasıl ki, bir meyvanın yüreğinin güneşi görebilmesi için kabuğunun çatlaması gerekir, acı da sizin için öyledir. Kalbinizi güncel yaşantınızın mucizelerine hayran tutabilseydiniz, acınız mutluluğunuzdan daha az görkemli olmazdı. Tıpkı; tarlalarınızdan geçip giden mevsimler gibi, yüreğinizin mevsimlerini de kabul edebilseydiniz, Pişmanlık ve üzüntülerinizin Kış'ında çevrenize huzur içinde bakabilirdiniz... Acılarınızın çoğu kendinizce seçilmiştir. İçinizdeki hekimin hastalıklı benliğinizi tedavi amacıyla verdiği tatsız ilaçtır... Bu nedenle, içinizdeki hekime güvenin ve uzattığı devayı sükûnetle ve yatışarak için.." Karşındakine güvenmek istiyorsan,dürüstlük arıyorsan,önce kendini güvenilir kılmalısın. Bunun da yolu; acı da olsa, zor da gelse kendinle tanış ve bize seni sun.. Çünkü biz seni seviyoruz, klavyenin tuşlarındakini, sahte dostu değil, sadece ve tam da şu halinle seni... Balca/Ali Soysal Yeni Hikayeler İçin Bekleyin Şimdilik Bu kadar..... |